14 Aralık 2014 Pazar

Uğur Yücel'e İFTİRA atan Büktel, bilirkişi olduğu mahkemede reddedildi!

"Büktel, şu sıralar İstanbul 2. Fikrî ve Sınaî Haklar Mahkemesi'ne bilirkişilik de yapıyor."
(Kaynak: VİKİPEDİ)


***

T.C. 
İSTANBUL 
2. FİKRÎ VE SINAÎ HAKLAR HUKUK MAHKEMESİ


ESAS NO: 2004/206
KARAR NO: 2010/144


HÂKİM: GÜLTEKİN DİNÇ
DÂVÂCI: COŞKUN BÜKTEL
DÂVÂLILAR: UĞUR YÜCEL, DEFNE KAYALAR, GÜLİZ KUCUR, YAĞMUR TAYLAN, DURUL TAYLAN

DÂVÂ: TAZMİNAT
DÂVÂ TARİHİ: 16/03/2004
KARAR TARİHİ: 28/09/2010

İDDİA VE TALEP ÖZETİ:

Davacı vekili 16/03/2004 havale tarihli dava dilekçesinde özetle; müvekkilinin tiyatro sanatı ve tiyatro eleştirisi alanında birçok esere imza atmış ve edebiyat ve tiyatro dünyasında tanınmış bir yazar olduğunu, dava konusunu oluşturan JİGOLO adlı senaryosunu ise 2000 yılında tamamladığını, (Sayın Hakim, davayı etkilemeyecek zaten bilinen ya da önemsiz ayrıntıları sıralıyor ama davayı etkileyecek önemli bilgileri aktarmaktan kaçınıyor. Örneğin, Jigolo'nun yayınlanmamış yani "alenileşmemiş" bir eser olduğunu ve noter tasdiği bulunduğunu asla  belirtmiyor.) davalıların Show TV adlı özel kanalında "Alacakaranlık" televizyon dizisinin senaryo yazarı, yapımcısı ve yönetmeni durumunda olduklarını, bahsi geçen TV dizisinde müvekkilinin yazarı/eser sahibi olduğu JİGOLO adlı eserinin açıkça ve hukuka aykırı biçimde iktibas edecek şekilde olay örgüsüne yer verildiğini (Jigolo'nun tamamının değil de sadece altı sayfasının iktibas edildiğini daha ilk dilekçemizde belirttiğimizi belirtmiyor.) bu durumun Fikri Mülkiyet haklarını ihlal ettiğini, müvekkilinin bu durumdan dolayı maddi ve manevi zararlara uğradığını, Alacakaranlık dizisinin yapımcı ve yazarlarının dava konusu iktibasın sahibi ve sorumlusu olduğunun izahtan vareste olduğunu, davalı yönetmenlerin sorumluluğunun ise 5846 sayılı FSEK'e (FİKİR VE SANAT ESERLERİ KANUNU) göre "eser sahibi" olmalarının yanı sıra müvekkilinin senaryosunun tamamının bölmelerinden (Doğrusu, "tamamını bilmelerinden" olacak. Çok stratejik bir imlâ yanlışı... Anlamı tamamen değiştirerek, çok önemli bir gerçeği örtmüş oluyor.) kaynaklandığını, eser sahibinin onu meydana getiren olduğunu ileri sürerek 1 milyar TL maddi ve 50 milyar TL manevi olmak üzere toplam 51 milyar TL tazminatın tahsiline karar verilmesini dava ve talep etmiştir. (Tam zurnanın zırt dediği yerde bir imla yanlışı yapılarak, yönetmen kardeşlerin yalnızca eser sahibi oldukları için değil, Jigolo adlı senaryonun tamamını önceden "bildikleri" ve çektikleri Alacakaranlık dizisinde intihali "bile bile" sürdürdükleri için de davada sorumlu ve "taraf" oldukları yargıtayın bilgisi haricinde bırakılmış oluyor.)

CEVAP ÖZETİ:

Davalılar vekili cevap layihası ile, davacının senaryosu ile davalıların ortak senaryosu arasında her iki kadın karakterin göğsüne döğme yaptırmış olmasından başka benzerlik olmadığını, (Bunun ne kadar saçma bir iddia olduğu belirtilmiyor. Bu saçmalığı görmek için, ilk dilekçemizde ve tüm dilekçelerimizde sıraladığımız asla yalanlanamamış yedi benzerliğin listesine bakınız: http://coskunbuktel.com/jigoloalacadavadilek%C3%A7esibelge4.htm) davacının emsal gösterdiği bedelin çok fahiş olduğunu, manevi zarara yönelik taleplerinin kabul edilebilir olmadığını, davalı müvekkillerinden ortak yönetmenler Yağmur ve Durul Taylan'ın 5846 Sayılı FSEK'e göre eser (senaryo) üzerinde hak sahibi olmadığından davanın tarafı olmadıklarını ileri sürerek davanın reddine karar verilmesini talep etmiştir. (Davalı yönetmenlerin neden taraf olduklarını, Jigolo senaryomu önceden bildiklerini ve uyarılarıma da rağmen intihali "bile bile" sürdürdüklerini tüm dilekçelerimde yazmıştım. Sayın Hakim, yönetmen kardeşlerin asla yalanlayamadığı bu gerçeği görmezden geliyor ve yönetmenlerin taraf olmadığını bir kez daha vurguluyor.)

DELİLLER VE GEREKÇE

Dava, 5846 sayılı yasaya (FİKİR VE SANAT ESERLERİ YASASI) dayalı hukuka aykırı iktibas yapıldığı iddiasına dayalı maddi ve manevi tazminat istemine ilişkindir.

Tarafların iddia ve cevapları doğrultusunda bildirdikleri tüm deliller toplanmış bilirkişi raporları alınmıştır.

5846 sayılı kanunun 1/B maddesi uyarınca sahibinin hususiyetini taşıyan ve ilim ve edebiyat, musiki güzel sanatlar veya sinema eserleri olarak sayılan her nevi fikir ve sanat mahsulleri 5846 sayılı kanun anlamında eser niteliğinde bulunup, eser vaki tecavüzden kaynaklanan davalarda dayanılan eserin 5846 sayılı kanun anlamında eser niteliğinde bulunup bulunmadığı konusu Yargıtay 11. Hukuk Dairesininin (Aynen yazdım. CB) uygulamalarına göre mahkemenin resen araştırması gereken bir husustur. (Her iki eserin de eser olduğu konusunda taraflar arasında ihtilaf bulunmadığına göre, bunlar gereksiz açıklamalar. Sayın Hakim, pek çok gerekli açıklamaları yapmaktan kaçınırken, gereksiz açıklamalarla metni ağırlaştırıyor.)

Her iki bilirkişi heyetinin de raporlarında belirttiği üzere, davacı tarafın dayandığı "Jigolo" isimli fikri ürünü davalılara ait "Alacakaranlık" isimli fikri ürünün FSEK anlamında eser niteliğinde bulunduğu hususu sabit olmuştur.(Sayın Hakim, pek çok gerekli açıklamaları yapmaktan kaçınırken, gereksiz açıklamalarla oyalanıyor.)

FSEK'un 8. maddesi uyarınca bir eserin sahibi onu meydana getiren olup 13/2 maddesi uyarınca da eser sahibine tanınan hak ve selahiyetler eserin hem bütünü hem de parçaları için geçerlidir.

Eser sahibinin eseri üzerinde 5846 sayılı kanunun 14 ila 17. maddeleri arasında düzenlenen manevi hakları ile 21 ila 25. maddeleri arasında düzenlenen mali hakları bulunmaktadır.

Ancak her hak gibi eser sahibinin manevi ve mali hakları da kanun tarafından bazı sınırlandırmalara tabi tutulmuştur. (Evet ama ilgili 35. maddede bu sınırlandırmaların yalnızca "alenileşmiş" yani bir biçimde yayınlanıp insanlara ulaşmış eserler için geçerli olduğu, bir başka deyişle alenileşmiş olmayan eserlerden iktibas yapılamayacağı, açıkça belirtiliyor. Oysa bizim Jigolo senaryomuz "alenileşmiş" yani yayınlanmış bir eser değil... Bu durumda davamızın, iktibas serbestisini düzenleyen 35. maddeyle hiçbir ilgisinin bulunmadığı çok açık.) Bunlardan biri de 35. maddede düzenlenen iktibas serbestisidir. (Sayın Hakimin, Jigolo'nun henüz yayınlanmamış yani "alenileşmemiş" bir eser olduğunu ve noter tasdiği bulunduğunu niçin belirtmediği anlaşılıyor. Çünkü olayı 35. maddeye, yani iktibas serbestisine bağlamaya çalışıyor. Oysa FSEK'in 20. maddesi aynen şöyle diyor: “Henüz alenileşmemiş eserden her ne şekil ve tarzda olursa olsun faydalanma hakkı münhasıran eser sahibine aittir.”  Yani yayınlanmamış, hukuksal ifadesiyle "alenileşmemiş" bir eserden hiçbir şekilde iktibas yapılamaz, yani yayınlanmamış eserler iktibas serbestisi bağlamında  değerlendirilemez.) 35. maddenin birinci fıkrasının birinci bendi hükmüne göre alenileşmiş bir eserin bazı cümle ve fıkralarının müstakil bir ilim ve edebiyat eserine alınması serbesttir. (Peki bizim "Jigolo" adlı eserimiz, alenileşmiş bir eser mi? Değil. Noter onaylı ve alenileşmemiş bir eser. Peki sayın Hakim bu önemli hususu niye belirtmiyor? Niyesi belli. O zaman iktibas serbestisini düzenleyen 35. maddeden söz edemezdi ki... Ne kadar tekrarlasak azdır: Bizim iktibas serbestisine konu olamayacak "alenileşme-miş" eserimizle ilgili bu intihal davamızda 35. maddeden bahsetmek, yargıtayı yanıltmaktan başka sonuç beklenemeyecek bir tutumdur . Çünkü yasa, yalnızca 20. maddeyle yetinmeyip 21. maddede alenileşmemiş eserleri en sağlam biçimde korumaya alıyor. Madde 21: "Bir eserden onu işleme suretiyle faydalanma hakkı münhasıran eser sahibine aittir.")

Ancak, öncelikle dava konusu olayda bir iktibasın bulunup bulunmadığı ve eğer varsa bunun iktibas serbestisi sınırları içerisinde yapılıp yapılmadığı hususları belirlenmelidir. (Yani iktibas olup olmadığı şüphelidir, varsa da zaten 35. maddeye göre iktibas serbestisine dahil edilebilir, demek istiyor. Oysa sayın hakimin rapora yazmaktan kaçındığı husus, yani "Jigolo"nun noter tasdikli ve "alenileşme-miş" bir eser olduğu hususu, iktibas serbestisiyle ilgili 35. maddenin tamamen davamız-dışı olduğunu açıkça kanıtlıyor. Sayın Hakim'in usulsüzlüğü o kadar açıkça belgelenmiş durumda ki, yalnızca bu usulsüzlük bile yargıtayın bozma kararını zorunlu kılıyor. Ama çok daha fazlası var.)

Bu husus teknik bilgiyi gerektirdiğinden (35. maddenin davamızla ilgisi yoktur ve bunu bilmek, hiçbir teknik bilgiyi gerektirmez. Yalnızca, "Jigolo"nun "alenileşme-miş" bir eser olduğunu ve iktibas serbestisi dahilinde değerlendirilemeyeceğini görmezden gelmekten vazgeçmeyi gerektirir.) Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Sinema Televizyon Bölümü öğretim üyelerinden Doç.Dr. Alev İdrisoğlu ve yazarlar derneğinden Sabri Kuşkonmaz (Sayın Hakim, lehimde rapor vermiş olan Kuşkonmaz'ın edebiyatçı olmasının yanı sıra avukat da olduğunu belirtmeye gerek duymuyor.) ve hukukçu Prof. Dr. Ercüment Berker oluşan bilirkişi heyetinden rapor alınmıştır.

Prof. Dr. Ercüment Berker ve Doç. Dr. Alev İdrisoğlu müşterek düzenledikleri (geniş aralıklı, iki buçuk sayfalık baştan savma) raporlarında, dava konusu olan dövme unsurunun alacakaranlık adlı dizide yer alan ana olay ve yan olaylar içinde çok küçük ve önemsiz bir motif olarak ele alınması, (Aleyhimdeki bu iki bilirkişinin sözünü ettiğim yedi benzerliğin yedisinin de varlığını raporlarında tek tek sıralayıp kabul ettiklerini yani benzerlikleri aleyhimdeki bilirkişilerin bile inkâr edemediklerini, sayın hakim belirtmiyor) söz konusu dizide davacı Coşkun Büktel'in senaryosunun olduğu gibi kullanılmamış bulunması (Senaryomun altı sayfası, yaratıcılık gerektirmeyen ve özü etkilemeyen bazı değişikliklerle, olduğu gibi kullanılmıştır. Fatma adını Ayşe yapmakla değişiklik yapılmış olmaz.) nedeniyle ve görsel işitsel bir yaratı olan sinematografik yapıtların edebi eserler gibi değerlendirilemeyeceği, (Niyeymiş o? Belirtilmiyor.) sinematografik eserlerin yaratım sürecinde bilinçsiz olarak pek çok unsurdan esinlenebilineceği, bu esinlenmenin "birebir kullanma olgusu dışında doğal bir süreç olduğu (Sayın Hakim, dilekçelerimizdeki uyarılarımıza rağmen, belli ki, bu anlamsız, karakuşi laflara, itibar ediyor ve onları, 35. maddenin "iktibas serbestisi" kavramını desteklemek üzere metne koyuyor. Zaten "yaratım sürecinde bilinçsiz olarak pek çok unsurdan esinlenebilineceği," şeklindeki ifade, bu davada tamamen yersiz. En azından yönetmen kardeşlerin "bilinçsiz" olmadığı biliniyor. Onlar, senaryomu önceden biliyorlardı ve telefonla yaptığım uyarılara rağmen intihali "bile bile" haftalarca sürdürmüşler ve ancak ben noterden ihtar çekince intihale zınk diye aniden son verip, göğsüne döğme yaptıran baş roldeki kızı, daha 15. bölümde öldürerek dizideki rolüne aniden son vermişlerdi.) görüşünden hareketle dava konusu olan durumda intihal bulunmadığı görüşünde olduklarını beyan etmişler iken; heyetten ayrık olarak rapor sunan Yazarlar Derneğinden (Avukat) Sabri Kuşkonmaz (sık aralıklı, 11 sayfalık ayrıntılı ve belgeli) raporunda her iki eser arasında yapılan karşılaştırmada  "göğse yazı" sahnesinin "Alacakaranlık" adlı dizide benzer biçimde kullanılması, göğse yazı yazan kadının, her iki serde de, (Aynen yazdım. CB) benzer biçimde iki erkek ve iki aşk arasında kalması, "göğse yazı" olayını yaşayan kadının birbiriyle çatışması olan iki ayrı erkek tarafından sevilmesi, (Her iki eserde de kadının göğsüne yazdığı yazının, daha doğrusu yaptırdığı döğmenin, sevgilisinin ismi olduğunu sayın Hakim belirtmiyor, "Göğse yazı" deyip geçmeyi tercih ediyor.) "göğse yazı"nın silinme biçiminin de benze (Aynen yazdım. CB) olmasının (döğmenin her iki eserde de hayatın olağan akışı dışında, kadın tarafından kendi eliyle ve kızgın kaşıkla dağlamak ya da jiletle kazımak gibi işkenceli bir yöntemle silindiği gerçeği, sayın Hakim tarafından es geçiliyor.) intihalin varlığını gösterdiğini, (Bilirkişi Kuşkonmaz, yazdığı ayrık raporda, intihal suçunun sabit olduğunu ve tazminatı gerektirdiğini söylüyor; ama sayın Hakim bu önemli bilgiyi de görmezden geliyor. Evet, inanılmaz ama gerçek,  sayın Hakim, Kuşkonmaz raporunda "tazminat ödenmesi gerekir" dendiğini bile, es geçiyor.) ancak intihale konu bölüm her iki eserin temel izleği ve intihalin yanı sıra farklılıkları da içermesi  ve davacının eserinin mali ve estetik değerini ortadan kaldırmaması itibariyle ihlalin çok ağır sayılamayacağını değerlendirmiştir. (Sayın Hakim, sık aralıklı 11 sayfa olduğunu belirtmediği ayrıntılı Sabri Kuşkonmaz raporunda yer alan, onlarca vahim ve önemli hususları görmezden geliyor. Örneğin: 1, Dava konusu suç sabittir ve tazminat gerektirir. 2, İntihal edilen eserin alenileşme-miş olması "yolsuz iktisabın sonuçlarını ağırlaştırıcı bir etkiye neden olacaktır". 3, Davacıların talebi (yani bizim talebimiz) üzerine davalıların mahkemeye delil olarak sundukları dizi videolarında, bazıları yirmi dakika süren çeşitli silintilere, seyredilemeyen kısımlara rastlanmıştır -ki bu silintiler, aleyhimdeki bilirkişilerin hiçbiri tarafından rapor edilmediği gibi görüldüğü üzere sayın Hakim tarafından da görmezden gelinmiştir. Sayın Hakim, lehimdeki sık aralıklı 11 sayfalık Kuşkonmaz raporundaki daha onlarca vahim ve önemli saptamayı ve belgeyi görmezden gelip; yalnızca Kuşkonmaz'ın -tarafsız görünme kaygısıyla telaffuz ettiği ve hiçbir dayanağı bulunmadığını bizim iki kere iki dört gibi kanıtladığımız- bir tek ifadesine -"ihlalin çok ağır sayılamayacağı" yolundaki ifadesine- odaklanmış ve kendisinin güya nesnel ve tarafsız olması gereken bir hakim olarak aleyhimize verdiği haksız, mantıksız, dayanaksız, hukuksuz ve insafsız karara dayanak oluşturmaya çalışmıştır.)

Bu durumda bilirkişi heyeti arasında -azınlıkta da olsa- görüş farkı çıktığından (Sayın Hakim, kendinden önceki Hakim'in SESAM'dan görüş aldığını ve SESAM'ın "tazminat ödenmesi gerekir" yolunda yönetim kurulu kararını içeren iki imzalı bir rapor verdiğini, yani azınlıkta kalanların, aslında, aleyhimizdeki iki imzalı tek raporun imzacıları olduğunu, unutuyor. Sayın Hakim, karar metninde lehimizdeki SESAM raporuna hiç değinmediği gibi, SESAM'ın adını bile anmıyor.) mahkememizce, azınlık görüşündeki değerlendirmeler dikkate değer bulunduğundan, yeni bir heyetten rapor alınması yoluna gidilmiştir. (Sayın Hakim, davayı karar aşamasında devralmıştı. Dosyada şimdi azınlık görüşü diye nitelediği görüş, hiçbir ciddi itirazla karşılaşmamış, belgelere ve araştırmaya dayanan, emek ürünü, dürüst, tutarlı ve sık aralıkla 11 sayfalık, ayrıntılı bir görüştü ve davaya 6 yıl boyunca bakan ilk hakimin başvurusu üzerine SESAM tarafından da "tazminat gereklidir" denilerek desteklenmişti. Oysa aleyhimizdeki  iki imzalı rapor, videolardaki silintileri bile görmezden gelip  rapor etmeyen iki adet taraflı bilirkişi tarafından yazılmış, itiraz dilekçelerimizle kelime kelime çürüttüğümüz, geniş aralıklı iki buçuk sayfalık, yalapşap ve dayanaksız -karakuşi- bir rapordu. İlk iki sayfasında tıpkı lehimizde bir rapor gibi iddia ettiğimiz yedi benzerliğin yedisinin de varlığını saptayan ve kabul eden bu rapor, son yarım sayfasında, "sinemada olur böyle şeyler" diye özetleyebileceğimiz karakuşi bir gerekçeyle intihali inkar ediyordu. Yani, sayın Hakim'in "çoğunluk görüşü" saydığı görüşün iler tutar yanı ve hiçbir dayanağı yoktu. Bir başka deyişle, karar aşamasındaki dosyada, davalılar lehine sayın Hakim'i ikileme düşürebilecek bir tek belge gösterilemezdi. Ama sayın Hakim ikileme düştüğünü belirtti ve -dava sona ermediği için benimle tanışmayı hâlâ reddeden Sabri Kuşkonmaz gibi dürüst bir edebiyatçı/hukukçu'nun sorun yaratamayacağı- yeni ve sorunsuz bir bilirkişi üçlüsü oluşturdu. Onlar da aleyhimde üç imzalı bir rapor yazdılar. Ama bu durum, dosyada yalnızca bana karşı imzaların sayısını artırdı, bana karşı delillerin sayısını ise asla... Dosyada bana karşı imza veren bilirkişilerin bir teki bile, gösterdiğim delilleri çürütemedi. Daha sonra kamuoyuna da sunduğumda onları büyük bir utanç içine gömecek karşı raporlarım, aleyhimdeki bilirkişilerin tüm savunmalarını, dalga vurmuş kumdan kaleler gibi tarumar etti. Ama sayın Hakim, nedense, -nedeni konusunda çok endişeliyim- adaleti somut delillerin değil, kelle sayısının belirlemesini uygun gördü.)

İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünden Prof. Dr. Mustafa Özkan, Senaryo Yazarları Derneği'nden Ahmet Haluk Önal (doğrusu "Ahmet Haluk Ünal" olacak. Sayın Hakim, bu şahsın adını doğru yazmayı önemsemediği gibi, onun davalılardan Güliz Kucur'la olan "tanışıklıktan çok öte" yakın ilişkisini son celsede bulduğum iki belgeyle itiraz edilemez biçimde belgelemiş olmamı da önemsemedi/önemsemiyor.) ve hukukçu Prof. Dr. Ayşenur Berzek'ten oluşturulan heyet ise raporlarında her iki olay arasında çok benzerlik olduğu (Görüldüğü üzere, benzerlikleri aleyhimdeki bilirkişiler dahi inkâr edemiyor) ancak bu benzerliklerin aynılık olarak nitelenemeyeceği, (Sanki kanun benzerliği yeterli bulmuyor da "aynılık" arıyormuş gibi... Oysa bir senaryodan aynen çekilen film bile senaryoyla "aynı" olamaz/olmamıştır.) olayın örgüsü ve düğümlerinin farklı olduğu, (Sayın Hakim, uzman görüşü edalarında telaffuz edilen bu soyut ve anlamsız lafları karşı dilekçelerimle nasıl perişan ettiğimi hatırlamak istemiyor.) bu bağlamda, kazınan isimlerin, kazınma biçiminin, silinmesine yönelik tehdidin, silinme biçiminin farklı olduğunu (Aslında işin özü tamamen aynı. Her iki eserde de, işin özü, özeti şu: Bir kadın memesine sevgilisinin döğmesini yaptırıyor ve diğer sevgili yüzünden o döğmeyi kendi elleriyle ve işkence çekerek silmek zorunda kalıyor. Kadınların, adı, çevresi, sevgilisi, filan, elbette benim senaryomda ayrı, dizide ayrı olacak. Ben zaten bütün senaryom çalındı demiyorum ki, yalnızca 6 sayfalık olağanüstü güzellikteki bir sahnem, dizinin 7. bölümünden başlayarak, dizi kahramanlarına uyarlandı ve sekiz bölüm boyunca sürdürüldü ve ancak ben noterden ihtar çekince, dizinin baş rolündeki kız, daha 14. bölümde hikayeden çıkarılıp 15 ya da 16. bölümde de öldürülerek, intihale son verildi, diyorum. Kazınan ismin Fatma ya da Hatice olması, göğsündeki döğmeyi biri ocakta kızdırdığı bir kaşıkla dağlayarak silerken diğerinin jiletle kanatarak kazımış olması, neyi değiştirir ki?... İşin özü aynı. Hiçbir fark yok. Yalnızca konuya açıklık getirecek bir benzetme olması amacıyla söylüyorum: Bir hırsız çaldığı arabanın plakasını, boyasını, cantlarını değiştirince, o araba "o araba" olmaktan çıkar ve hırsız aklanır mı?) dövmenin Anadolu Coğrafyasında binlerce yıllık bir gelenek olup doğuya gidildikçe de çok daha yaygın görüldüğü, sevgililerin isimlerini dövme yaptırması, sonra da silmek zorunda kalmasının gençlerde görülen bir davranış tarzı olduğunu, bu nedenle bu hususun davacının iddia ettiği ettiği gibi orijinal bir buluş olmadığını, sanatta bir çok "buluşun" hayattan esinlenerek yapıldığının bilinen bir gerçek olduğunu, hayatın kurgusunun bazen kurgu eserlerden daha güçlü olabildiğini (Davayla en küçük bir ilgisi bulunmayan bu anlamsız, belirsiz, entelektüelimsi saçma sözleri, bir hakim karar gerekçesine nasıl koyar, anlamak mümkün değil. Yani "hayatta her şey olur, sen bu konuyu hayattan aldın, biz de senden değil, hayattan aldık" demeye getirerek intihali inkâr ediyorlar ve sayın Hakim de haksız, mantıksız, hukuksuz, tutarsız ve insafsız kararını dilekçelerimle yerin dibine gömdüğüm bu boş "laflara" dayandırıyor. Dosyamda var, ben özetle dedim ki: "Ben iki eser arasında kimsenin inkâr edemediği yedi benzerlik gösteriyorum. Davalılar ya da aleyhimde görüş bildirecek bilirkişiler, saydığım yedi benzerliğin hepsini değil, yalnızca dört tanesini üç bin yıllık sanat tarihindeki herhangi bir film, hikaye, roman, bale, opera veya piyeste gösterebilirse, davamdan vazgeçecek ve talep ettiğim tazminat miktarını karşı tarafa ben ödeyeceğim. Kimse üçüncü bir eserde saydığım bir tek benzerliği bile gösteremediği halde, sayın bilirkişiler, büyuk bir pişkinlikle, "bilir kişi" edalarında, "Bu konu hayatta çok var, buluş sayılmaz!" diyorlar. Evet, hayatta her şey var.  Ama üç bin yıllık sanat tarihinde bu "orijinal" buluş, yalnızca birbirinden birkaç yıl arayla yazılmış ve çekilmiş "Jigolo" ile "Alacakaranlık"ta var. Bu buluşun orijinalliğine itiraz edecek namuslu bir sanatçı, onun hayatta var olduğunu söylemekle yetinmeyip birçok başka eserde de ya da en azından üçüncü bir eserde de bulunduğunu belgeler. Madem bu konu orijinal değil, benzerleri pek çok eserde kolayca bulunup belgelenmeliydi. Bu belgelemeyi yapamayanlar, entelektüelimsi laf kalabalığıyla benim "buluşumu" ve dolayısıyla beni aşağılamaya çalışmak yerine, edebiyle, buluşun orijinalliğini kabul etmelilerdi. Osman Sınav enayi miydi? "Acı Hayat" için gidip Metin Erksan'a neden telif ödedi? Senaryoyu bir hayli değiştirmiş, günümüze getirmiş, bir sürü yan hikaye eklemiş, diziye uyarlamış, bambaşka diyaloglar yazmış ya da yazdırmıştı. Metin Erksan'dan aldığı şey de hayatta -hatta 1848'de öldüğü için telif ödemek zorunda olmadığı Emily Bronte'de de- vardı. Hayatta zaten her şey var. Ama bu intihal için geçerli bir gerekçe sayılsaydı, fikri ve sınai haklar mahkemelerine gerek kalmazdı ki... Bütün gerçekçi eserler konularını hayatttan alır zaten. Neden Osman Sınav, Metin Erksan'a hakkını ödememek için "hayatta var!" gerekçesine sığınmayı akıl etmedi. Uğur Yücel kadar akıllı mı değildi? Bence yeterince akıllıydı. Ama "Bu konu, hayatta var, senden değil, hayattan aldım" diyerek Erksan'a hakkını ödememeyi yani kurnazlık etmeyi herhalde, sanatçı onuruyla bağdaştıramadı. Erksan'a hakkını ödemeyerek kurnaz olmaktansa, ödeyerek, bazılarının indinde, "enayi" olmayı tercih etti.) bu nedenlerden dolayı iktibasın söz konusu olmadığını, ayrıca söz konusu olayın davacının eserindeki örgünün alaylarından ("olaylarından" olacak. CB)  yalnızca biri olduğunu, (Biz bunu ilk dilekçemizden son dilekçemize kadar hiçbir zaman gizlemedik ki...) bu türden doğrusal ve klasik mimariye göre yazılmış hikayelerde aranan temel yapısal unsurlardan biri de olmadığını (O muğlak "laflarla" önemsiz gösterilmeye çalışılan unsur, Uğur Yücel'in dava edilmeyi göze alarak kullanmaya değer bulduğu önemli ve değerli bir unsurdu. Ahmet Haluk Ünal, yazdığı herhangi bir satırın intihal edilmeye değer bulunması ihtimalinden ırak olduğu için, başkalarının buluşlarını rahatça aşağılamak hakkını kendinde görüyor olabilir. Ama sayın Hakim, şüphesiz ki, aslında, ne kompleks ürünü bu muğlak ve karakuşi laflara değer ve ne de intihal edilecek şeyler yaratamayanların yaratanlardan intikam almasına fırsat vermemeliydi.) Kahraman'ın yolculuğunun yönünü, niteliğini, içeriğini, sonucunu değiştirmediğini, (ki değiştirmiştir ve ben bu "lafların" anlamsızlığını ve gayrıahlakiliğini karşı dilekçemle apaçık teşhir etmişimdir.) bu nedenlerle de "Alacakaranlık" isimli TV dizisinin senaryosunda "Jigolo" isimli senaryodan iktibas bulunmadığını, rapor etmişlerdir. (Onlar rapor edebilir ama sayın Hakim, dosyadaki tarafsız ve dürüst olduğuna itiraz edilememiş tek bilirkişinin, emek ve araştırma ürünü tek ciddi bilirkişi raporuna ve o raporu destekleyen SESAM raporuna itibar etmek yerine, davalıların videolarındaki silintileri bile rapor etmeyen ve davalılarla yakınlığını belgelediğim bilirkişilerin tutarsız, dayanaksız ve muğlak laflarla dolu o iki karakuşi raporuna neden itibar ediyor? Bunu açıklamak benim yetkimi ve terbiye sınırlarımı aşıyor.)

Mahkememiz, her iki bilirkişi heyeti raporlarında çoğunluk teşkil eden görüş doğrultusunda (O çoğunluk, sayın Hakim'in bizce gereksiz olarak, -en azından bir tanesinin davalılara yakınlığını belgelediğim- bilirkişiler sayesinde, sonradan, kendi tasarrufuyla sağladığı bir çoğunluktu. Ama ne fark eder? Çoğunluk nedir ki? Bizim davamızda çoğunluk, ancak, Uğur Yücel'e karşı hakikatten yana çıkacak, nesnel, adil ve tarafsız bir rapor yazılma ve Yücel'e karşı çıkmayı göze alacak hakikatsever bilirkişiler bulma ihtimalinin çok düşük olduğunu kanıtlıyor, hepsi o kadar.  Oysa hakikati somut belgeler mi, yoksa davalıların mahkemeye sunduğu videolardaki silintileri bile görmezden gelen sözde bilirkişilerin, tutarsız ve dayanaksız laflarla somut belgeleri inkâr edenlerin, çoğunluğu mu belirlemeli? Tamamen gereksiz yere ikinci bilirkişi üçlüsünü görevlendiren sayın Hakim'in, kelle sayısını somut delillerden daha fazla önemsediği çok açıktır ve bir sayın hakimin böylesine çarpık bir hukuk nosyonuna sahip olabilmesi, bizce, apaçık bir hukuk skandalıdır.) "Alacakaranlık" isimli TV dizisinin senaryosunda "Jigolo" isimli senaryodan iktibas bulunmadığı kanaatine ulaşmış ve bu doğrultuda davanın reddine karar vermiştir. (Yani, sayın Hakim, Sabri Kuşkonmaz'ın, dosyadaki itiraz edilememiş tek rapor olan, emek ve araştırmaya dayanan, sık aralıklı  11 sayfalık, eksiksiz, ayrıntılı, belgeli, bilimsel, tarafsız ve tek ciddi raporunu, sırf tek imzalı olduğu için hiç kaale almamış; SESAM'ın Kuşkonmaz'ı destekleyen "tazminat ödenmesi gereklidir" içerikli raporunu ise hatırlamak bile istememiştir. Onun yerine nasıl raporları kaale aldığını bu metinde bile yeterince gösterdik. Ama dosyadaki dilekçelerimiz, aleyhimizdeki raporlara ilişkin buraya sığmayacak, daha pek çok çarpıcı ayrıntılarla dolu... Durum, özetle şudur: Davaya katılan altı bilirkişiden beş tanesi 2+2=5 demiş ve yalnızca bir tanesi 2+2=4 demiş. Mahkemenin görüş istediği SESAM da, iki imzalı raporunda, 2+2=4 demiş. Yani beş kişi, 2+2=5 derken, üç kişi 2+2=4 demiş. Sayın Hakim ne yapmış? Aritmetik kesinlikteki bizim somut delillerimize itibar etmek yerine, karşı tarafın kelle sayısından başka hiçbir artısı bulunmayan soyut, muğlak, dayanaksız, tutarsız, hukuksuz "çoğunluk görüşüne"  itibar etmeyi tercih etmiş.  Bu durumda "Yaşasın adalet!" diye bağırmamız, adalet kavramına hakaret olmaz mı?)

HÜKÜM:

1 - Davanın reddine.

2 - Karar tarihinde yürürlükte bulunan Harçlar Tarifesi gereğince hesap olunan 17.15 TL karar harcının peşin yatırılan 688.50 TL harçtan düşümü ile kalan 671.30 TL bakiye harcın karar kesinleştiğinde ve talep halinde yatırana iadesine.

3 - Karar tarihinde yürürlükte bulunan Avukatlık Asgari Ücret Tarifesinin 10 ve 12. maddeleri uyarınca davalılar vekilleri yararına reddolunan maddi tazminat talebi yönünden hesap olunan 1.500,00 TL. vekâlet ücretinin davacıdan alınarak vekilleri için davalılara müştereken ve müteselsilen verilmesine,

4 - Davalılar Yağmur Taylan ve Durul Taylan tarafından yapılan ve aşağıda dökümü 1.513.50 TL yargılama giderinin davacıdan alınarak bu davalılara verilmesine, diğer davalılar tarafından yargılama gideri değerlendirilmesine yer olmadığına,
5- Davacının yaptığı yargılama giderlerinin üzerinde bırakılmasına,

Davacı asil ile davalılardan Yağmur Taylan ve Durul Taylan vekilinin yüzüne karşı diğer davalılar vekilinin yokluğunda tebliğden itibaren 15 gün içinde Yargıtay yolu açık olmak üzere karar verildi 28 / 09 / 2010

Hâkim 34308
İmza ve damga

***

Ayrıca bakınız:

Dört dâvânın dördünden de hüsrana uğrayan Coşkun Büktel "BİLİRKİŞİ"